Suçluyu yanlış yerde aramayalım
Son yüzyılın belki de en büyük felaketlerinden biri olan yaşadığımız bu deprem ile birlikte on binlerce vatandaşımızı kaybetmenin verdiği acı ile hayatımıza devam ediyoruz. Tabi deprem ile birlikte yeniden alevlenen korku sebebiyle okuyoruz, anlamaya çalışıyoruz, elimizden geldiğince bireysel önlem almaya uğraşıyoruz. Bununla birlikte bireysel önlemlerin de yeterli olmadığının farkında olarak bir şeylerin değişmesini ümit ediyoruz. Çünkü kendi canımızı kurtarmanın yeterli olmadığını biliyoruz. Zaten depremde kaybettiğimiz on binlerce canın birilerinin annesi, eşi, çocuğu, akrabası, komşusu, en yakın arkadaşı olduğu gerçeği her sabah gözümüzü açtığımızdan gece olup gözlerimizi kapatana kadar aklımızda dönüyor. Biz kurtulsak depremden canımızdan birileri kurtulamayacak, tüm akrabalarımız kurtulsa iş arkadaşımız, komşumuz, her sabah selamlaştığımız sokaktaki esnaf kurtulamayacak. Yani bizim kurtulmamız bir çözüm olmayacak ve hatta kurtulmuş olmamız çok daha büyük acı verecek bize.
Depremin ardından inşaat sektörünün bir takım temsilcileri ise ciddi töhmet altında kalmış durumda. Özellikle bu yıkımın birinci suçlusu olarak müteahhitler, yapı denetimciler, emlakçılar hemen suçlu ilan edilmek kaydıyla topun altına atıldı. Elbette işini düzgün yapmayanlar, malzemeden çalanlar vardır da asıl suçlu son noktada bunlar mıdır yoksa sistemin kendisi midir? Gelin biraz sisteme bakalım, çünkü ana problemi tespit etmediğimiz her aşamada sonuç bizi farklı bir noktaya götürmeyecektir.
Öncelikle büyümenin lokomotifi olarak inşaat sektörünün belirlenmesine bağlı olarak gayrimenkulün bir rant aracına dönüşmesi plansız kentleşmeyi ve büyümeyi beraberinde getirmiştir. Kamu yararına olması gereken bir kararlar merkezi ve yerel yönetimlerin inisiyatifine bırakıldığından olay sadece kişilerin veya grupların iki dudağına bakar hale gelmiştir. Bu süreçte Mimarlar Odası, Mühendisler Odası gibi önemli meslek kuruluşları tamamen pasifize edilerek işin ehli olmayanların karar alması kolaylaştırılırken, alınan bu kararların sorgulanır olmaktan çıkartılması da felaketin boyutunu arttırmıştır. Yine çeşitli akademik kurumların da süreçlerin dışına itilmesi ile birlikte olay sadece plansız bir şekilde yap-sata dönmüştür. Bu arada üretilen konutların yapı denetimlerinin özel şirketlere ihale edilmesiyle birlikte iş hepten çığırından çıkmış, yapı denetim sistemi niteliksiz iş gücü haline getirilmiş ve kalitesiz hizmet ile birlikte kaliteli yaşam alanları sloganı ile satışlara ağırlık verilmiştir. Tabi bu arada var olan kaçak yapıların imar affı gibi tamamen para toplamak hedefiyle güvenlikten uzak bir şekilde yasal hale getirilmesiyle anlık olarak vatandaş mutlu edilse de aslında bu büyük felaketin kayıpları daha da arttırılmıştır.
Ve belki de bence en önemli konu olan eğitim bu noktada kendini çok daha önemli bir şekilde hissettirmektedir. Zira bir ülkenin geleceğini kaliteli bir eğitim sistemi ile kurgulamadığınızda geleceğimizi nasıl kaybedeceğimizi çok net bir şekilde görebilmemiz açısından bu tür felaketler önemlidir. Çünkü cehaletin getirdiği kibir ve küstahlık ne yazık ki biz farkına varmasak da ülkemizin altını oymaktadır. Ülkemizde bulunan 209 tane üniversiteden kaliteli mezunlar çıkartmak yerine kalitesiz mezunlar vermeyi sayısal başarı olarak düşündüğümüz sürece, mezun ettiğimiz gençlerin önünü liyakatı esas alarak açmadığımız sürece, onlara sorumluluk verip dinlemediğimiz sürece ne yazık ki var olan kaliteli iş gücümüzü de kaybetmekle karşı karşıya kalmamız işten bile olmayacaktır. Hal böyle olunca da olası Marmara depremi için farklı bir sonuç beklemek hayalcilikten öte farklı bir sonuç doğurmayacaktır. Ve fakat biz üniversitelerin eğitimine ara verdiğimiz ve kalitesini arttırmak için gerçekten bilimsel araştırmanın hakkını verecek kişileri önemli konumlara getirmediğimiz sürece çok da bir şey değişmeyecektir.
Müteahhiti, yapı denetimcisi, emlakçısı, belediyecisi, imar işleri memuru ve buna benzer tüm dinamikler aslında sistemsiz bir yapının ancak olsa olsa günah keçisi olabilir. Asıl sorumluyu göz ardı edip günah keçisi aramak ise ne bize, ne toplumumuza ne de vatanımıza bir değer katar.