“Rıdvan Emre Öztürk, yüksek mimar. 1984 Bursa doğumluyum. 2007 yılında İTÜ Mimarlık Bölümü'nden yüksek onur derecesi ile mezun oldum. Yüksek lisansımı Mimari Tasarım üzerine yaptım ve yine İstanbul'da mesleki hayatıma başladım. Tasarım ofislerinde ve şantiyelerde mimari ve iç mimari projelerde çalıştım. 2013 yılında ise Mirharita Mimarlık Bürosu’nu Bursa'da kurdum ve halen bu iki şehirde çalışmalarımı sürdürüyorum. Bu sürece paralel olarak mimari ve kentsel tasarım proje yarışmaları için çok çeşitli ölçeklerde ve farklı işlevlerde projeler ürettik, üretiyoruz.”
Ofisinizden, mimarlık felsefenizden bahseder misiniz?
“Esasında "Mirharita" otuz yıllık bir marka. Mühendislik, danışmanlık ve yapı sektöründe faaliyet göstermiş bir şirket. 2013 yılında bu tecrübeleri üzerinde yeniden yapılanarak; mimari ve iç mimari ölçeklerde iş üretebilecek bir tasarım bürosu olarak
“Portfolyomuzda 45 m² iç mekân uygulamasından, 120.000 m² karma kullanımlı konut yerleşkesi tasarımına kadar açılan bir skalada işlerimiz var. Her birine kafa yorarken hedeflediğimiz; ezberlerden ve şekilcilikten uzak, moda olmayan -zamansız- bir tasarıma ulaşabilmek. Bunu yaparken de bizden asıl istenen ihtiyaçların hiçbirini göz ardı etmeden, hem işvereni hem bizi hem kullanıcıları tatmin edecek bir mekân üretebilmek. Bir açıdan bu bir ütopya aslında. Her çalışmamızı bu ütopyayı mümkün olduğunca koruyarak gerçekleştirmeye çalıştığımız bir optimizasyon mücadelesi, bir macera olarak görüyorum.”
Proje aşamasında müteahhitlerle nasıl bir iletişiminiz oluyor?
“Açıkçası bu müteahhide göre değişiyor. Meslek hayatımın geride kalan 10 yılında bize inanıp tamamen özgür bırakarak fikirlerimizi değerlendirmek isteyeninden - kendimizi ona ispatlamak için bilabedel çalışmamız gerektiğini düşünenine, profesyonel ekipleriyle muhatap olduğumuz çok net standartları ve çerçeveleri olan firmalardan - elinde birisine çizdirdiği bir etütle ofise gelip kaça çizersiniz diye soranına varana kadar değişen profilde müteahhitlerle karşılaştım. Her biriyle o durumun gerektirdiği şekilde bir iletişimimiz oldu; kimiyle çalışabildik, kimiyle çalışamadık. Ama genel olarak az da olsa "nitelik" kaygısı olan profesyonellerle bir şekilde bir ortak noktada buluşuyoruz diyebilirim. Bu nokta bizim için kritik eşik sanıyorum, işin küçüklüğü ya da büyüklüğü değil.”
Tasarımlarınızı kısıtlayan konular var mıdır, varsa nelerdir?
“Tasarım zaten kısıtlar içerisinde, kısıtlarla icra edilen bir iş. Kısıtlar olmasa yapamazdık. Ama sorunuzu anlıyorum, evet. Özellikle imar yönetmeliklerinde birtakım kurnazlıkların önünü tıkamak için konulmuş öyle spesifik kısıtlar var ki tasarım aşamasında bizi bizden alıyor. Lakin ne yapılabilir bu konuda derseniz de net bir çözüm önerim yok, onlarla da yaşamayı öğrendik.”
İnşaat sektörünün her geçen gün geliştiğine şahitlik ediyoruz ve adeta birçok şehir, bölge büyük birer şantiye sahası. Sizce inşaattaki bu zenginlik mimariye yansıyor mu?
“Genel olarak yansımıyor, yansıyamaz da. Bu büyüklüklerde ve hızlarda zengin bir mimarlıktan söz etmek çok mümkün değil. Strüktür, malzeme ve inşaat kalitesinde iyileşmeler oldu-oluyor elbette. Evet, bir şeyler görünüşte eskiye oranla "daha yakışıklı" bir hale gelebiliyor. Ama mimari zenginlik derken mekân kalitesinden bahsedecek isek, bu ortama rağmen koyulan katkılarla yetiniyoruz. Belki bu hızın durulduğu bir sonraki dönemde, belki artacak taleplerin baskısıyla iyi örneklerin sayısının artmasını umuyoruz.”
Bursa’daki mimari gelişimi nasıl yorumluyorsunuz, Bursa tarih, kültür, sanayi vs. konularında önde gelen şehirlerinden biridir. Peki, Bursa bu gibi avantajlarını mimariye yansıtabiliyor mu?
“Bursa çok özel, özenle korunması, her köşesi oraya özgü ele alınması gereken biricik bir şehir. Ama maalesef çok hızlı gelişiyor, alansal büyümesi ve yoğunluk artışı kontrol edilemiyor. Genel furyadan nasibini en çok alan şehirlerden biri olmasına karşın altyapısı buna hazır görünmüyor. Bu nicelik artışının mimariye niteliksel yansıması anlamında Bursa'yı da Türkiye'deki büyüyen diğer şehirlerden çok daha farklı bir noktada görmüyorum. Ancak İstanbul gibi Bursa'nın da tüm bunlara rağmen kendini hissettiren, tam bozulmayan güçlü bir özü var bence. Bu bize umut oluyor. Belki daha maliyetli ve daha zor olacak ama bunları yanlış kararların bedelleri olarak görüp iyileştirmeye, düzeltmeye, hakkını teslim etmeye çalışmak zorundayız.”
Türkiye’deki mimarlık eğitiminden bahsedecek olursak, ülkemizdeki eğitim müfredatının artı ve eksileri nelerdir?
Kendini geliştirmek isteyen öğrencinin bulabileceği imkânlar, çevresindeki iyi-kötü örneklerden öğrenebilme potansiyeli, azımsanmayacak sayıda açılan yarışmalar ve piyasa tecrübesi olan hocalarla karşılaşma imkânlarının sağlanması bence pozitif. Yani tasarımcı olmak isteyen bir şekilde kendini yetiştirebilir, bu ortam sağlanıyor.
Ancak mimarlığı bunun dışında sürdürmeye yatkın daha teknik konularda çalışması gereken öğrenciler için yetkin öğretim görevlisi sayısının ihtiyacı karşılayacak düzeyde olduğunu, her mimarlık fakültesinde bu imkânın yeterince sunulabildiğini sanmıyorum. Ayrıca mimarlık öğrencilerine güncel piyasa şartları, müşteri ilişkileri, iş yapma biçimleri gibi konularda farkındalık sağlanmalı diye düşünüyorum.
Son dönemlerin en gözde konularından biri olan kentsel dönüşüm sizce nasıl olmalıdır?
“Kentler zaten kendi haline bırakıldığında, dönüşmesine engel olunmadıkça dönüşür ve dönüşecektir. Bu organik bir biçimde olur, sağlıklı şartlar sağlandığında sağlıklı, sağlanamadığında ise sağlıksız bir biçimde. Bugün "kentsel dönüşüm" adı verdiğimiz durumu bugüne kadar sağlıksız gelişmiş kentin ameliyat edilmesi gibi görüyorum. Her ameliyat gibi az-çok travmatik bir durum. Genelde tartışılan konuşulan şeyler de bunun nasıl daha az travmatik olabileceği yönünde. Keşke hiç ameliyat edilmeden, şartlar düzeltilerek, şehrin ufak ufak kendini zamanla iyileştirmesini sağlayabilseydik, ancak bunun için sanırım çok geç. Depremin tetiklemesiyle, zaman darlığı göz önüne alınarak bu işe girişilmek zorunda kalındı. Öyle çoğaldı ki artık bu iş kendi ekonomisini, arzını talebini üretir hale geldi. Bu arz-talebin bir noktada dengeye oturacağını ve durulacağını biliyoruz ama ne zaman olacağını şahsen kestiremiyorum. Sanırım hakikaten o zamana kadar yapılabilecek şey bu işin daha az travmatik operasyonlarla sürmesini sağlamak. Bu anlamda bu işin ekonomik olduğu kadar sosyolojik bir durum da olduğunun altını daha kalın çizmek gerekiyor. Yerel yönetimlerin bu ikinci kanada daha çok kafa yormaları gerekiyor. Bu gidişlerin dönüşlerinin de düşünülmesi gerekiyor. Daha çok kişinin Beton sınıfını yükseltmenin yaşam kalitesini yükseltmeye yetmeyeceğini daha çok kişinin özümsemesi gerekiyor.. Keşke kentsel dönüşüm "kültürel ve ekolojik dönüşümün" önünden değil ardından gerçekleşebilseydi. Vakit kaybetmeden bunların devreye sokulması gerekiyor.